
Yeni İş Fikirlerinizi veya mevcut İşletmenizi geliştirmek, büyütmek ve dijitalleştirmek için ihtiyaç duyduğunuz tüm uçtan uca yazılım teknolojilerini tek çatı altında ve farklı sektörel iş bitirme tecrübesine sahip profesyonel ekiplerimizle hizmetinize sunuyoruz.
Kartega, bilgi birikimini müşterileri ile paylaşmak ve mühendislik tabanlı projeler gerçekleştirerek ülke ekonomisine ve bilişim sektörüne katma değer sağlamak için kurulmuş, daima gelişimin ve ilerlemenin önemini bilerek daha iyinin peşinde olan bir yazılım evidir.
KARTEGA kurulduğu günden bu yana 15'ten fazla farklı sektörden müşterilerine yazılım çözümleri üretmektedir.
Yazılım geliştiricilerimizin derin alan uzmanlığını kullanarak, stratejik bir vizyonla anlamlı bir değişime yol açan etkili dijital çözümler yaratıyoruz.
Lütfen teslim ettiğimiz ve devam eden özel yazılım çözümü projelerimize göz atın. Keşif sırasında Kartega'nın proje geliştirme yetenekleri hakkında detaylı bilgi sahibi olabilirsiniz.
Kartega Bilgilendiriyor !!! Yüksek teknoloji üretim sektörü aktörü olarak, teknolojinin tarihsel gelişimlerini teknoloji köşemizden ve bağlı linkedin hesabımızdan takip edebilirsiniz.
Görme engelli bireylerin bağımsız hareket kabiliyetini artırmak amacıyla geliştirilen görme yardımcı lazer baston, klasik baston teknolojisinin modern sensör ve lazer sistemleriyle birleşmiş halidir. Bu cihazın temel fikri, 2000’li yılların başında mühendislik öğrencileri ve sağlık teknolojisi araştırmacılarının ortak projeleriyle ortaya çıkmıştır. İlk prototiplerinden biri, 2005 yılında Dr. Mahmud Al-Kafawi ve ekibi tarafından geliştirilen “Laser Cane” adıyla tanıtılmıştır. Bu baston, sesli uyarı ve kızılötesi lazer sistemleri kullanarak önündeki engelleri algılayıp kullanıcıyı yönlendirme prensibine dayanıyordu. Zaman içinde teknoloji hızla gelişti ve lazer bastonlar ultrasonik sensörler, titreşimli geri bildirim, yapay zekâlı rota analizi gibi özelliklerle donatıldı. Günümüzde bu cihazlar yalnızca engel tespiti yapmakla kalmıyor, aynı zamanda GPS yardımıyla yön bulma, telefonla eşleştirme ve çevre koşullarını algılama gibi akıllı işlevler de sunuyor. Görme yardımcı lazer bastonun gelişimi, hem mühendislik hem de sosyal fayda açısından insan odaklı teknolojinin en başarılı örneklerinden biri haline gelmiştir.
Ultrasonik Sineksavar Bileklik, çevre dostu ve kimyasal içermeyen bir çözüm olarak 2010’lu yıllarda geliştirilen bir teknolojik üründür. Bu cihaz, sivrisineklerin ve diğer haşerelerin duyabildiği ancak insan kulağının algılayamayacağı yüksek frekanslı ultrasonik ses dalgaları yayarak böcekleri uzaklaştırmayı amaçlar. Bu fikir, 1960’lı yıllarda tarımda kullanılan ultrasonik böcek kovucuların minyatürleştirilmiş ve kişisel kullanıma uygun hâle getirilmiş versiyonudur. Bu tür bilekliklerin geliştirilmesinde farklı mühendislik ekipleri rol almış olsa da, ilk taşınabilir ve bileklik formundaki tasarımın 2015 yılında Asya merkezli bazı bağımsız teknoloji geliştiricileri tarafından ortaya konduğu bilinmektedir. Özellikle Çin, Güney Kore ve Japonya’daki Ar-Ge firmaları, ultrason teknolojisini daha etkili ve taşınabilir hâle getirmek için patent yarışına girmiştir. İlk modeller sadece ses dalgası yayarken, gelişmiş modellerde titreşim, LED ışık ve zamanlayıcı gibi özellikler de eklenmiştir. Gelişim sürecinde cihazlar giyilebilir teknoloji sınıfına alınmış ve özellikle kampçılar, bebekler ve kimyasal alerjisi olan bireyler için ideal bir çözüm olarak sunulmuştur.
İris Tarayıcı, gözün renkli kısmındaki eşsiz desenleri okuyarak kimlik doğrulama sağlayan bir biyometrik güvenlik cihazıdır. Bu teknolojinin temelleri 1980’lerin sonlarında atılmıştır. Amerikalı göz cerrahı Dr. Leonard Flom ve girişimci Aran Safir, 1987’de iris tanıma yönteminin patentini alarak bu alanda öncü oldular. 1990’lı yıllarda Cambridge Üniversitesi’nden bilgisayar bilimci John Daugman, iris desenlerinin matematiksel algoritmalarla analiz edilmesini sağlayan sistemi geliştirerek teknolojiyi uygulanabilir hale getirdi. Daugman’ın geliştirdiği bu algoritma, günümüzde kullanılan iris tarayıcı cihazlarının temelini oluşturdu. Başlangıçta askeri üsler, nükleer tesisler ve yüksek güvenlikli devlet kurumlarında kullanılan iris tarayıcılar, zamanla havaalanları, bankalar ve kişisel güvenlik çözümlerinde de kullanılmaya başlandı. Gelişim sürecinde cihazlar daha küçük, hızlı ve düşük maliyetli hale getirildi; günümüzde ise yapay zekâ destekli iris tarayıcılar mobil cihazlara dahi entegre edilmektedir.
Akıllı Renk Algılayıcı Kalem, çevresindeki herhangi bir yüzeyin rengini algılayarak o renkte yazı veya çizim yapabilen yenilikçi bir teknolojik araçtır. Bu fikir ilk olarak 2014 yılında Jinsun Park adlı Güney Koreli bir tasarımcı tarafından konsept olarak ortaya atılmıştır. Park, “Color Picker Pen” adını verdiği bu projede, kalemin ucundaki bir sensörle çevredeki rengi tarayıp, içindeki özel mürekkep kartuşlarının bu rengi oluşturacak şekilde karışmasını sağlayan bir sistem tasarlamıştır. Daha sonra bu fikir, farklı mühendislik ekipleri tarafından geliştirilerek prototip hâline getirilmiştir. Özellikle görsel sanatlar, grafik tasarım ve eğitim alanında büyük ilgi gören bu cihaz, tasarımcılara gerçek dünyadaki renkleri dijital ortama veya kâğıda doğrudan aktarma imkânı sunar. Akıllı renk algılayıcı kalem, teknoloji ve yaratıcılığı bir araya getiren özgün icatlardan biri olarak kabul edilmektedir.
Hareket Sensörü, çevredeki hareketleri algılayarak güvenlik ve otomasyon sistemlerinde kullanılan bir cihazdır. İlk basit hareket algılama yöntemleri, 20. yüzyılın başlarında fotoelektrik hücreler (ışık bariyerleri) ile ortaya çıktı. 1950’lerde Alman mühendis Samuel Bagno, mikrodalga dalgalarını kullanarak ilk modern hareket dedektörünü geliştirdi ve özellikle hırsız alarm sistemlerine entegre etti.
Daha sonra 1970’lerde pasif kızılötesi (PIR) sensörleri geliştirildi; bu cihazlar, insan vücudunun yaydığı ısıyı (infrared ışınları) algılayarak hareketi tespit ediyordu. PIR teknolojisi, düşük enerji tüketimi ve güvenilirliği sayesinde günümüzde en yaygın kullanılan hareket sensörü türü haline geldi. Gelişim sürecinde ultrasonik sensörler, mikrodalga sensörleri ve kombine (çift teknolojili) sensörler de üretildi. Bugün hareket sensörleri sadece güvenlik sistemlerinde değil; akıllı evlerde, enerji tasarruflu aydınlatmalarda, otomatik kapılarda ve endüstriyel otomasyonlarda da yaygın olarak kullanılmaktadır.
Aspiratör cihazı, mutfaklarda yemek pişirme sırasında oluşan duman, buhar, yağ ve kokuları ortamdan uzaklaştırmak amacıyla geliştirilmiş bir teknolojik üründür ve günümüzdeki modern formuna ulaşması uzun bir evrim sürecinden geçmiştir. İlk mekanik mutfak havalandırma sistemlerinin temeli, 20. yüzyılın başlarında ortaya çıktı. 1920’li yıllarda Amerika’da havalandırma mühendisleri, endüstriyel mutfaklar için davlumbaz ve fan sistemlerini geliştirmeye başladı. Ev tipi aspiratörün patentli ilk versiyonu ise 1937 yılında Amerikan mucit J. M. Lapeyre tarafından tasarlandı. Lapeyre’in geliştirdiği cihaz, davlumbaz şeklinde yerleştirilen bir gövde, güçlü bir elektrikli fan ve dumanı bacadan dışarı atan bir tahliye sistemi içeriyordu. Bu tasarım, mutfak havasını temizleme konusunda oldukça etkiliydi ve kısa sürede evlerde yaygınlaşmaya başladı. Zamanla Avrupa ve Asya’da da üreticiler kendi modellerini geliştirdi; sessiz çalışan motorlar, karbon filtreler ve dekoratif tasarımlar eklenerek günümüzdeki modern aspiratör modellerine ulaşıldı. Böylece, aspiratör hem mutfak hijyenini hem de yaşam alanlarının konforunu artıran vazgeçilmez bir cihaz haline geldi.
Solaryum makinesinin icadı, 20. yüzyılın ikinci yarısında Almanya’da ortaya çıkmıştır ve bu alandaki en önemli isim, Alman bilim insanı ve mühendis Friedrich Wolff’tur. 1970’li yıllarda Wolff, ultraviyole (UV) ışınlarının insan sağlığı üzerindeki etkilerini araştırırken, özellikle UVB ışınlarının vücutta D vitamini üretimini tetiklediğini ve bu durumun kemik sağlığı açısından faydalı olduğunu keşfetti.
Bu araştırmalar sırasında dikkat çeken başka bir etki ise UV ışınlarının ciltte bronzlaşmaya neden olmasıydı. Bu doğal bronzluk etkisi, estetik bir görünüm arayışındaki insanların ilgisini çekebilecek nitelikteydi. Güneşte bronzlaşmanın hem zaman alıcı hem de mevsimsel sınırlamalara bağlı olması, insanların yapay yollarla bronzlaşma isteğini artırdı. Bu talep doğrultusunda Wolff, solaryum teknolojisini geliştirerek ticari bir ürüne dönüştürdü. 1979 yılında Almanya’da ilk ticari solaryum salonlarının açılmasıyla birlikte, solaryum makineleri dünya genelinde hızla yayıldı ve günümüzde hala tercih edilmektedir.
Çamaşır Kurutma Makinesi, ilk kez 1799 yılında Fransız mucit Pochon tarafından geliştirilen ilkel bir versiyonuyla ortaya çıktı. O dönemde makine, döner bir tamburun içine yerleştirilen çamaşırların açık ateş üzerinde sıcak hava ile kurutulmasına dayanıyordu. Ancak bu yöntem hem tehlikeli hem de verimsizdi. 20. yüzyıla gelindiğinde elektrik ve gazla çalışan güvenli modeller geliştirildi.
1938’de Amerikalı mucit J. Ross Moore, günümüzde kullandığımız modern çamaşır kurutma makinesinin patentini aldı ve “Hamilton Manufacturing Company” ile seri üretime geçti. Bu cihaz, ev işlerinde büyük kolaylık sağlayarak özellikle Amerika’da kısa sürede yaygınlaştı. İlerleyen yıllarda enerji tasarruflu, sensör kontrollü, buharlı ve ısı pompalı yeni nesil kurutma makineleri geliştirildi. Günümüzde ise akıllı teknolojilerle donatılmış modeller, çamaşırların kumaş türüne göre otomatik ayarlama yapabiliyor ve hatta mobil uygulamalar üzerinden kontrol edilebiliyor.
Otonom araç teknolojisinin temelleri, 1980’lerde Carnegie Mellon Üniversitesi’nin geliştirdiği Navlab ve Mercedes-Benz’in “VaMP” adlı projeleriyle atıldı. Bu dönemde araçlar basit kamera ve sensörlerle sınırlı koşullarda sürüş yapabiliyordu. 2004’te ABD Savunma Bakanlığı’nın düzenlediği DARPA Grand Challenge yarışmasıyla gelişim hızlandı; ilk yarışlarda araçlar birkaç kilometre bile gidememişken, birkaç yıl içinde yüzlerce kilometreyi tamamen insansız tamamlayabilir hale geldiler. 2009’da Google, “self-driving car project” (bugünkü Waymo) ile modern otonom araç devrini başlattı ve yapay zekâ, lidar, radar, GPS gibi teknolojilerin birleşimiyle sürücüsüz araçların şehir içi trafikte kullanılabilir hale gelmesini sağladı. Günümüzde Tesla, Mercedes, Volvo gibi birçok otomotiv devi yarı otonom sistemler geliştirirken, Waymo ve Cruise gibi şirketler bazı şehirlerde tamamen sürücüsüz taksi hizmeti sunmaya başladı. Hedef, önümüzdeki yıllarda bu araçların güvenliği artırarak trafik kazalarını ciddi ölçüde azaltması ve ulaşımı kökten dönüştürmesi.
Drone teknolojisinin kökeni, 1916’da Amerikalı mühendis Charles Kettering tarafından geliştirilen ve “Kettering Bug” adı verilen ilk insansız hava aracı denemelerine dayanır; bu cihaz tam anlamıyla başarılı olmasa da geleceğin dronelarına öncülük etti. 1930’larda ise İngiltere’de “Queen Bee” adlı radyo kontrollü uçak üretildi ve bu, modern droneların doğrudan atası kabul edildi.
Başlangıçta yalnızca askerî keşif ve hedef tatbikatları için kullanılan dronelar, teknoloji geliştikçe daha küçük, daha dayanıklı ve daha erişilebilir hale geldi. 2000’lerden sonra GPS, kamera ve batarya sistemlerindeki ilerlemeler sayesinde sivil kullanıma yayıldı; bugün tarımda ürün takibi ve ilaçlama, kargo ve yemek teslimatı, sinema sektöründe hava çekimleri, arama–kurtarma çalışmaları ve güvenlik gözetimi gibi çok geniş bir yelpazede yer alıyor. Hatta günümüzde yolcu taşıyan büyük ölçekli dronelar üzerinde çalışılıyor ve bu teknoloji gelecekte şehir içi ulaşımda devrim yaratmaya hazırlanıyor.
1971’de Intel mühendisleri Federico Faggin, Ted Hoff ve Stanley Mazor tarafından geliştirilen ilk mikroişlemci (Intel 4004), modern bilgisayar çağının başlangıcı kabul edilir. 2.300 transistörden oluşan bu küçük çip, saniyede yaklaşık 92.000 işlem yapabiliyor ve o dönemde yalnızca hesap makinelerinde kullanılabiliyordu.
Günümüzde ise mikroişlemciler akıllı telefonlardan uçaklara, otomobillerden ev aletlerine kadar neredeyse tüm dijital teknolojilerin kalbinde yer alıyor. İlk çıktığında yalnızca basit matematiksel işlemler için tasarlanmış olan bu buluş, bugün yapay zekâ, uzay araştırmaları ve süper bilgisayarların temelini oluşturarak insanlığın yaşam tarzını köklü biçimde değiştirmiştir.
Perseverance Rover, NASA’nın Mars 2020 misyonu kapsamında geliştirdiği ve Kızıl Gezegen’in yüzeyinde yaşam izlerini aramak, kaya ve toprak örnekleri toplamak amacıyla tasarlanmış gelişmiş bir keşif aracıdır. Bu araç, Amerika Birleşik Devletleri’nde NASA Jet Propulsion Laboratory (JPL) mühendisleri ve bilim insanları tarafından icat edilip inşa edilmiştir. 2012’de Mars’a inen Curiosity Rover’dan elde edilen deneyimler temel alınarak tasarlanan Perseverance, daha gelişmiş bilimsel enstrümanlar, güçlü kameralar, örnek toplama sistemi ve hatta Ingenuity isimli küçük bir helikopter taşıma kapasitesiyle donatıldı. 30 Temmuz 2020’de Cape Canaveral Üssü’nden fırlatılan araç, 18 Şubat 2021’de Jezero Krateri’ne başarıyla iniş yaptı. NASA mühendisleri, bu rover’ı sadece Mars yüzeyinde veri toplamakla kalmayıp gelecekte Dünya’ya geri getirilecek örnekleri hazırlayabilecek şekilde tasarladı. Böylece Perseverance, hem modern uzay teknolojisinin zirvesini temsil eden bir icat hem de insanlığın başka gezegenlerde yaşam arayışındaki en önemli adımlardan biri haline geldi.
Çim biçme makinesinin icadı 1830 yılında İngiliz mucit Edwin Beard Budding tarafından gerçekleştirilmiştir. Asıl ilham kaynağı, tekstil fabrikalarında kumaş kenarlarını düzeltmek amacıyla kullanılan döner silindirli kesici bir makineydi. Bu mekanizmanın çim yüzeylerine uygulanabileceğini fark ederek çim biçme makinesini tasarlamaya başladı. O dönemde çim alanlarının bakımı orakla veya tırpanla elle yapılırdı. Bu yöntem zaman alıcı, hem zahmetliydi. Tasarlanan ilk çim biçme makinesi ise döner bıçaklı bir silindir sistemine dayanıyordu. Makine ileri doğru itildiğinde yere paralel dönen bıçakların çimleri eşit şekilde kesmesini sağlıyordu. İlk üretilen modeller ağır demirden yapılmıştı ve tamamen insan gücüyle itilerek çalışıyordu. Budding, icadını ticari hale getirmek için John Ferrabee adlı bir mühendisle iş birliği yaparak üretime geçti. İlerleyen yıllarda bu tasarımın çeşitli varyasyonları geliştirildi; zamanla benzinli motorlarla, elektrikle ve günümüzde ise robotik sistemlerle çalışan modern çim biçme makinelerine dönüştü.
Meyve sıkacağı, tarih boyunca farklı şekillerde evrim geçirmiş ve günümüzdeki modern haline ulaşmış önemli bir mutfak aletidir. Antik çağlarda insanlar, üzüm, nar ve benzeri meyveleri ezerek veya taşla sıkıştırarak sularını çıkarıyordu. Ancak modern anlamda ilk meyve sıkacağı 1860’lı yıllarda Amerikalı mucit Lewis S. Chichester tarafından icat edilmiştir. Chichester’ın tasarımı, meyvenin iki yüzey arasında sıkılarak suyunun çıkarılmasını sağlayan basit ama işlevsel bir düzeneğe dayanıyordu ve bu sistem o dönemde büyük bir yenilik olarak kabul edildi. 20. yüzyılın başlarında ise meyve sıkma teknolojisinde devrim niteliğinde bir gelişme yaşandı. 1932 yılında doğal yaşam ve beslenme uzmanı Dr. Norman W. Walker, meyve ve sebzelerin besin değerlerini koruyarak suyunu çıkaran ilk “soğuk pres” sistemli meyve sıkacağını geliştirdi. Bu cihaz, meyveleri önce parçalayarak ardından yüksek basınçla sıkar ve ısı üretmediği için vitaminlerin bozulmasını önlerdi. Bu teknoloji günümüzde “yavaş sıkım meyve sıkacakları” olarak bilinen cihazların temelini oluşturmuştur.
Kablosuz elektrik şarj teknolojisi, 2000’lerin başında Nikola Tesla’nın 20. yüzyıldaki teorik çalışmalarına dayanmakla birlikte, modern uygulamaları özellikle 2000’li yıllarda gelişmeye başladı.
2007 yılında WiTricity adlı şirketin kurucuları Marin Soljačić ve ekibi, rezonant endüktif enerji transferi prensibini kullanarak kablosuz şarjda önemli bir ilerleme sağladı. Bu teknoloji, elektromanyetik alanlar aracılığıyla cihazları fiziksel temas olmadan enerjiyle beslemeyi mümkün kılıyor. İlk ticari kablosuz şarj cihazları 2010’larda cep telefonları ve küçük elektroniklerde yaygınlaştı. Günümüzde ise akıllı telefonlar, kulaklıklar ve hatta elektrikli araçlar bu yöntemle şarj edilebiliyor. Verimlilik ve şarj mesafesi sınırları olsa da, kullanım kolaylığı sebebiyle hızla yaygınlaşmaya devam ediyor.
Pulse oksimetre, kandaki oksijen doygunluğunu (SpO₂) ve nabız hızını ölçen, genellikle parmağa takılarak kullanılan tıbbi bir cihazdır. Bu cihazın gelişimi, 1935 yılında Almanya’da yapılan ilk kan oksijen ölçüm çalışmalarıyla başlasa da, modern anlamda noninvaziv (cilde zarar vermeden) pulse oksimetre teknolojisi 1970’lerde Japon mühendis Takuo Aoyagi tarafından geliştirildi. Aoyagi, aslında kan akışını ölçmek için çalışırken, iki farklı dalga boyunda ışık kullanarak hem oksijenli hem de oksijensiz hemoglobini ayırt edebileceğini fark etti. Bu buluş, günümüzdeki oksimetrelerin temelini oluşturdu. 1980’lerin başında cihazlar taşınabilir hale geldi ve ilk ticari pulse oksimetreler, ameliyathanelerde ve yoğun bakım ünitelerinde hızla yaygınlaştı. 1990’lı yıllarda pulse oksimetreler, daha kompakt ve ekonomik hale geldiği için acil servisler, ambulanslar ve ev tipi kullanımlarda da yer bulmaya başladı. Günümüzde bu cihazlar, COVID-19 pandemisi sırasında da yaygın kullanılarak, solunum yolu hastalıklarının takibinde hayati bir öneme sahip oldu.
1843 yılında Amerikalı mucit Nancy Maria Donaldson Johnson tarafından icat edilmiştir. O dönemde dondurma yapmak son derece zahmetli bir işti ve karışımı elle uzun süre karıştırarak buzla soğutmak gerekiyordu. Patentini aldığı makine, iç içe geçmiş iki kaptan oluşuyordu: iç kapta dondurma karışımı bulunuyor, dış kap ise buz ve tuz karışımıyla dolduruluyordu. Tuz, buzun erime noktasını düşürerek karışımı daha düşük sıcaklıklara kadar soğutabiliyor ve bu sayede karışım hızlı ve homojen bir şekilde donabiliyordu. Makinenin en önemli özelliği, bir krank kolu yardımıyla iç kaptaki karışımın sürekli çevrilmesiydi. Bu hareket, buz kristallerinin büyüyüp kaba bir yapı oluşturmasını engelleyerek daha pürüzsüz bir dondurma dokusu sağlıyordu. Nancy Johnson’ın tasarımı kolayca temizlenebiliyor ve seri üretime uygun hale getirilebiliyordu. 1846’da patentini alarak bu makineyi satmaya başladı ve sonraki yıllarda pek çok üretici onun tasarımını temel alarak geliştirilmiş versiyonlar üretti.
Dokunmatik ekran teknolojisinin kökeni 1960’lı yıllara uzanır ve ilk önemli adım, 1965’te İngiliz mühendis E.A. Johnson tarafından atılmıştır. Johnson, Birleşik Krallık’taki Royal Radar Establishment’ta çalışırken hava trafik kontrol sistemleri için kapasitif dokunmatik ekran kavramını geliştirdi ve bunu bilimsel bir makaleyle açıkladı. Ancak Johnson’ın tasarımı yalnızca tek dokunuşu algılayabiliyor ve sınırlı uygulamalara sahipti. 1970’lerin başında Amerika’da Dr. Samuel C. Hurst, University of Kentucky’de öğrencileriyle birlikte dirençli dokunmatik ekran (resistive touch screen) teknolojisini icat etti. 1971’de “Elograph” adını verdiği bu icadı patentledi. Elograph, basınca duyarlı bir yapıya sahipti ve kalem ya da parmakla kullanılabiliyordu. Ticari anlamda ilk önemli yayılım ise 1980’lerde oldu; Hurst’un şirketi Elographics, bu teknolojiyi geliştirerek daha dayanıklı ve ucuz ekranlar üretti. Dokunmatik ekranlar, bugün akıllı telefonlar, tabletler, interaktif tahtalar, bilgi kiosku sistemleri, otomotiv ekranları ve akıllı ev cihazları gibi birçok alanda kullanılmaktadır. Bu teknolojinin yaygınlaşması, kullanıcı arayüzlerinin daha sezgisel ve kullanıcı dostu olmasına öncülük etmiştir.
3D yazıcı teknolojisi, yani üç boyutlu yazıcılar, nesneleri dijital bir modelden katman katman oluşturarak üreten bir imalat yöntemidir. Bu teknoloji ilk kez 1980’lerin ortasında Amerikalı mühendis Chuck Hull tarafından “stereolitografi” adıyla geliştirilmiştir. Başlangıçta sadece prototip üretimi için kullanılırken, günümüzde birçok sektörde doğrudan üretim amacıyla da kullanılmaktadır. 3D yazıcılar, plastik, reçine, metal, beton hatta çikolata gibi çok çeşitli malzemelerle çalışabilir. Üretim süreci genellikle bir bilgisayar destekli tasarım (CAD) dosyasının yazıcıya gönderilmesiyle başlar. Günümüzde 3D yazıcılar otomotivde yedek parça üretiminden mimaride yapı maketlerine, modada kişiye özel aksesuar tasarımına kadar pek çok alanda kullanılıyor. Özellikle uzay araştırmalarında, NASA gibi kurumlar bu teknolojiyi uzayda parça üretmek için kullanmaktadır. Eğitim alanında ise öğrenciler, fikirlerini somut ürünlere dönüştürerek tasarım ve mühendislik becerilerini geliştirebilmektedir.
Glukometre cihazı, kandaki glikoz (şeker) seviyesini hızlı ve pratik şekilde ölçmeye yarayan taşınabilir bir tıbbi alettir. Özellikle diyabet hastalarının günlük kan şekeri takibini yapabilmesini sağlayan bu cihazın icadı, 20. yüzyılın ortalarına dayanmaktadır. İlk kez 1960’lı yıllarda geliştirilmiş olan glukometrenin temelini, Amerikalı biyokimyager Leland Clark’ın 1962 yılında tanıttığı “enzimatik glikoz sensörü” oluşturmuştur. Clark’ın bu buluşu, kandaki glikozun ölçülmesini mümkün kılan ilk temel teknolojiydi. Daha sonra, 1970’li yıllarda Ames şirketi tarafından geliştirilen ilk ticari glukometre olan “Ames Reflectance Meter”, doktorlar tarafından kliniklerde kullanılmaya başlandı. Bu cihaz, özel test şeritleriyle birlikte çalışarak glikoz seviyesini ölçüyor, ancak taşınabilir değildi. 1980’li yıllarda teknolojideki ilerlemeler sayesinde glukometreler daha küçük, hafif ve evde kullanıma uygun hale getirildi. 1981’de piyasaya çıkan ilk taşınabilir glukometre ile bireylerin kendi kan şekeri ölçümlerini yapabilmesini sağladı. Günümüzde glukometre cihazları, gelişmiş sensörler, dijital ekranlar ve kablosuz bağlantı özellikleri ile birlikte çalışmakta, böylece kullanıcılar kan şekeri verilerini mobil uygulamalarla takip edebilmektedir.
Parcel Guard, kapı önü paket teslimlerine yönelik koruma ve bildirim cihazıdır. Bu teknoloji, Danby Appliances tarafından geliştirilmiş olup 2015'te patenti alınmıştır. Cihaz, teslim edilen paketin üzerinde durduğu sensörlü bir platform üzerinden yerel Wi‑Fi ağına bağlanarak paketin bırakıldığını algılar ve uygulama üzerinden kullanıcıya anında bildirim gönderir.
Ayrıca izinsiz paket alımı veya cihazın taşınması durumunda siren benzeri alarmlar çalar, hareket ve çip sensörleri sayesinde alarm durumu belirlenir . 2019’da Seattle’da ticari olarak piyasaya sürülmüş olan Parcel Guard, yaklaşık 23 kg ağırlığında, dayanıklı plastik gövdeye sahip, tabana sabitlenebilen ve bünyesinde entegre kamera ile iki yönlü ses iletişimi sunan bir sistemdir . Bu cihaz, sırf hırsızlıkla mücadele etmeye odaklanmakla kalmayıp aynı zamanda paket teslim sürecini daha güvenli ve şeffaf hale getirerek e‑ticaret kullanıcılarını “kilidi paketli” bir çözümle korur etkin koruma sağlayan inovatif bir cihazdır.
Elektrikli battaniye, 20. yüzyılın başlarında insanların soğuk hava koşullarına karşı daha etkili bir şekilde korunma ihtiyacına yanıt olarak gelişmiştir. İlk elektrikli battaniye 1912 yılında Amerikalı mucit Sidney I. Russell tarafından geliştirilmiştir. Russell, özellikle hastanelerde ve tıbbi bakım gerektiren durumlarda, felçli ya da yatağa bağlı hastaların vücut ısısını koruyabilmek amacıyla bir ısıtma çözümü olarak bu fikri ortaya atmıştır.
İlk modeller oldukça büyük, ağır ve güvenlik açısından riskliydi; çünkü elektrik telleri yeterince yalıtılmamıştı ve aşırı ısınma riski taşıyordu. 1920’li yıllarda elektrikli battaniyeler, yatak altına serilen “ısıtıcı örtüler” şeklinde kullanılmaya başlandı. 1930’lardan itibaren daha hafif, taşınabilir ve güvenli modeller üretildi. 1950’lerde ise termostatlı sistemler sayesinde kullanıcının istediği sıcaklığı ayarlamasına olanak tanındı ve elektrikli battaniyeleri daha güvenli hale getirdi. Günümüzde modern elektrikli battaniyeler; aşırı ısınmaya karşı güvenlik sensörleri, otomatik kapanma özelliği ve farklı ısı seviyeleri sunarak konforlu ve güvenli bir kullanım sağlar.
Exoskeleton (Dış İskelet) teknolojisinin icadı, insanın fiziksel kapasitesini artırma hayalinin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır ve kökenleri 20. yüzyılın ortalarına kadar uzanır. İlk fikirler, özellikle askeri alanda askerlerin daha fazla yük taşımasını sağlayacak “mekanik destek sistemleri” oluşturmak amacıyla 1960’lı yıllarda ABD’de geliştirilmeye başlandı. General Electric tarafından 1965 yılında geliştirilen “Hardiman” adlı ilk dış iskelet prototipi, insanın güç kapasitesini artırmayı hedefliyordu; ancak aşırı ağırlığı (yaklaşık 680 kg) ve dengesizlik sorunları nedeniyle pratikte kullanılamadı. 1980’li ve 1990’lı yıllarda bilgisayar ve sensör teknolojilerinin gelişmesiyle birlikte dış iskeletler daha hassas ve kullanışlı hale geldi. 2000’li yılların başında ise ReWalk, Ekso Bionics, Honda gibi firmalar, felçli hastaların yürümesini sağlayan medikal exoskeleton sistemlerini tanıttı. Aynı dönemde savunma sanayisinde, özellikle ABD ordusu için Lockheed Martin gibi şirketler tarafından üretilen dış iskeletler, askerlerin hem dayanıklılığını hem de yük taşıma kapasitesini artırmak için tasarlandı.
Jeneratör makinesi, elektriğin üretiminde devrim yaratan ve modern yaşamın temel taşlarından biri olan bir teknolojik icattır. Bu önemli buluş, 1831 yılında İngiliz fizikçi ve kimyager Michael Faraday tarafından gerçekleştirilmiştir. Faraday, yaptığı deneyler sonucunda bir mıknatısın bir tel bobin içinde hareket ettirilmesiyle elektrik akımı oluştuğunu keşfetmiştir. Bu olay, elektromanyetik indüksiyon olarak adlandırılmış ve jeneratörlerin çalışma prensibinin temelini oluşturmuştur. Faraday’ın icat ettiği ilk jeneratör, basit bir tel bobin ve mıknatıs kullanılarak yapılan deneysel bir düzeneğe sahipti, ancak bu küçük sistem büyük bir bilimsel devrimin kapılarını aralamıştır. 19. yüzyılın sonlarına doğru jeneratörler, hidroelektrik santraller ve buhar makineleriyle entegre edilerek sanayi devriminde elektrikli makinelerin çalıştırılmasında kullanılmaya başlanmıştır. Günümüzde kullandığımız modern jeneratörler, Faraday’ın ortaya koyduğu ilkelere dayansa da, çok daha güçlü, verimli ve çeşitli enerji kaynaklarına uyumlu hâle gelmiştir. Bu icat sayesinde elektrik enerjisi, sanayi, ulaşım, sağlık ve ev yaşamı gibi pek çok alanda vazgeçilmez bir unsur hâline gelmiştir.
2003 yılında Amerikalı mühendis Dean Kamen tarafından geliştirilen "iBOT" adındaki gelişmiş tekerlekli sandalye, merdiven çıkabilme, engebeli arazilerde hareket edebilme ve kullanıcıyı ayakta durur pozisyona getirme gibi özellikleriyle büyük bir yenilik sundu.
Bu, fiziksel engelli bireylerin hem daha bağımsız hareket etmesini sağlar hem de sosyal etkileşimlerde göz hizasında bulunma avantajı yarattı. Cihaz ilk piyasaya çıktığında büyük heyecan uyandırdı, ancak yaklaşık 25.000 dolarlık fiyat etiketi ve sağlık sigortalarının bu ürünü karşılamaması, yaygın kullanımını engelledi. Bu nedenle 2009 yılında üretimi durduruldu. Ancak 2014’te Dean Kamen ve ekibi, iBOT'u yeniden tasarlamak ve daha ulaşılabilir kılmak için çalışmalara başladı. Sonuç olarak, 2019’da yeni nesil iBOT yeniden piyasaya sürüldü. Daha hafif, daha dayanıklı ve bazı ülkelerde belirli şartlarda sigorta kapsamında verilebiliyor. Bugün hâlâ çok yaygın olmasa da, iBOT teknolojisi engelli bireyler için büyük bir potansiyel taşımaya devam ediyor.
Hologram cihazının icadı, modern görüntüleme teknolojisinin temel taşlarından biri olarak kabul edilir ve kökeni 20. yüzyılın ortalarına kadar uzanır. Holografi teknolojisinin temelleri, 1947 yılında Macar fizikçi Dennis Gabor tarafından atılmıştır. Gabor, elektrondan yararlanarak daha yüksek çözünürlüklü mikroskop görüntüleri elde etmeye çalışırken, dalga girişimi ve kırınım ilkelerini kullanarak ilk holografik teoriyi geliştirmiştir.
Ancak o dönemde yeterince güçlü ve tutarlı ışık kaynağı olmadığı için hayata geçirilememiştir. 1960 yılında lazerin icadıyla hologram üretiminde gereken koherent (uyumlu) ışık kaynağını sağlayarak, Gabor’un fikirlerinin uygulanmasını mümkün kılmıştır. 1960’ların ortalarında, Emmett Leith ve Juris Upatnieks adlı iki Amerikalı mühendis, lazer teknolojisi sayesinde ilk başarılı optik hologramları üretmiş ve üç boyutlu görüntüleri kaydedip yeniden oluşturmayı başarmıştır. Bu gelişme, holografi alanında çığır açmış ve hologram cihazlarının temelini oluşturmuştur.
19. yüzyılın ortalarında geliştirilen mekanik yazı makineleri ve matbaa teknolojileri yazıcının temelini oluşturmaktadır; ancak modern anlamda ilk bilgisayar yazıcısı, 1953 yılında Remington-Rand şirketinde çalışan mühendisler tarafından geliştirilmiştir. Bu yazıcı, ünlü UNIVAC bilgisayarıyla birlikte kullanılmak üzere tasarlanmıştı ve dakikada yaklaşık 600 satır yazabilme kapasitesine sahipti. Takip eden yıllarda, özellikle 1969 yılında Gary Starkweather‘ın lazer yazıcıyı icat etmesiyle yazıcı teknolojisinde büyük bir devrim yaşandı.
Starkweather, Xerox’ta çalışırken, bir lazer ışınını kullanarak bir fotokopi makinesinin tamburu üzerine doğrudan veri işleyebilen bir sistem geliştirmişti. Bu buluş, yazıcıların hızını, kalitesini ve kullanım alanlarını büyük ölçüde genişletti. 1980’lerde kişisel bilgisayarların yaygınlaşmasıyla birlikte nokta vuruşlu yazıcılar (dot-matrix), mürekkep püskürtmeli yazıcılar (inkjet) ve lazer yazıcılar hızla evlere ve ofislere girdi. Ayrıca 3D yazıcıların ortaya çıkmasıyla yazıcı teknolojisi artık sadece iki boyutlu kâğıtla sınırlı kalmayıp, plastik, metal ve hatta biyolojik malzemelerden üç boyutlu nesneler üretebilir hâle gelmiştir.
2023 yılında, Kaliforniya merkezli Synchron adlı bir biyoteknoloji şirketi, beyinle bilgisayar arasında doğrudan bağlantı kurmayı mümkün kılan ilk beyin implantını başarıyla geliştirdi ve insan beynine yerleştirdi. Bu teknoloji, "Stentrode" adı verilen küçük bir cihaz sayesinde çalışıyor ve kişinin düşüncelerini doğrudan bilgisayara aktarabiliyor. Neuralink gibi şirketlerin aksine, Synchron’un sistemi beyne açık cerrahi müdahale olmadan, damarlar aracılığıyla yerleştirilebiliyor.
İlk kez 2022’de ABD’de bir hastaya uygulanan bu implant, felçli bireylerin yalnızca düşünerek e-posta göndermesine veya internette gezinmesine olanak sağladı. Şu anda FDA tarafından yürütülen klinik denemeler devam ediyor ve sonuçlar oldukça umut verici. Synchron'un kurucusu Dr. Thomas Oxley, bu teknolojinin gelecekte konuşamayan, yazamayan ya da hareket edemeyen insanlar için yeni bir iletişim çağı başlatabileceğini söylüyor. Şu anda dünya genelinde sınırlı sayıda denekle test edilen bu teknoloji, önümüzdeki birkaç yıl içinde daha geniş bir kullanım alanına yayılabilir.
Bulut bilişim (Cloud Computing), internet üzerinden veri depolama, işleme ve yazılım hizmetleri sunan bir teknolojidir. Bu kavram, 1960'larda John McCarthy tarafından ortaya atılsa da, günümüzdeki anlamıyla gelişimi Amazon Web Services (AWS), Google Cloud ve Microsoft Azure gibi şirketlerin öncülüğünde gerçekleşti.
Bulut bilişim sayesinde şirketler ve bireyler, fiziksel sunuculara ihtiyaç duymadan büyük ölçekli veri işleyebilir, yapay zeka ve makine öğrenimi gibi güçlü yazılımları kullanabilir ve dünyanın her yerinden verilere erişebilir. Günümüzde finans, sağlık, oyun sektörü ve e-ticaret gibi birçok alanda kullanılan bu teknoloji, maliyetleri düşürmesi ve esneklik sağlamasıyla yazılım dünyasında devrim yaratmıştır.
İlk böbrek diyaliz makinesinin yaratıcısı Willem Kolff, 14 Şubat 1911’de Hollanda, Leyden’de doğmuştur. Tıp öğrencisiyken Kolff, böbrek yetmezliği nedeniyle 22 yaşındaki bir adamın ölümüne tanıklık etmiştir. Bu durum onu çok etkilemiş ve vakit kaybetmeden hemen kendisini araştırmaya adamıştır.
1941’de Almanya Kampen’de yapay bir böbrek makinesi geliştirmiştir. Yerel bir fabrikadan kaba malzemeler elde etmiş, temizleme sıvısının bir banyosunda dinlenecek bir silindirin etrafına sarılan selofan borudan bir makine şekillendirmiştir. Böbrek yetmezliği nedeniyle zehirli olan hastanın kanları hortuma, banyosun içine çekilecek ve temizlenecek, sonra hastanın vücuduna geri gönderilecekti. 1945 yılında cihaz, 67 yaşındaki bir kadının hayatını kurtardı ve hasta yedi yıl daha yaşadı. O zamanlarda hastaların ne yazık ki cihaz eksiklikleri yüzünden en son raddeye kadar diyalize alınmaları geciktirilirdi. 1941' den bu yana teknolojinin gelişmesiyle birlikte ilk diyaliz makinesi günümüzde kullanılan hemodiyaliz makinelerine dönüştü.
Güneş panelleri ilk olarak 19'uncu yüzyılın sonlarında keşfedildi. Fotovoltaik enerjiyi ilk kez Fransız fizikçi Alexandre Edmond Becquerel keşfetti. Becquerel, 1839'da güneş pilinin çalışma prensibi olan fotovoltaik etkinin keşfiyle o dönemdeki makinelerde kullanılan suyun ısıtılarak su buharına dönüşmesini sağladı. Ancak Becquerel ilerleyen yıllarda güneş ışığının elektrik enerjisine dönüşümünü sağlayacak fotovoltaik etkiyi keşfetti. 1893 yılında, ilk kez Charles Fritts selenyum plakalarını, ince bir altın tabakası ile kapladı. Böylece ilk güneş paneli Charles Fritts tarafından yapılmış oldu. O zamanki bu mütevazi başlangıç, bugün güneş paneli olarak adlandırdığımız cihazın ortaya çıkmasını sağladı. Daha sonraki aşamalarda Bell Laboratuvarlarında çalışan Amerikalı mucit Russel Ohl, 1941’de dünyanın ilk silikon kaynaklı güneş pilini icat etti ve patentini aldı. Ohl daha sonra 1954'te silikon kullanarak şirketiyle yeni bir güneş panelinin seri üretimi gerçekleştirdi.
Para çekmek için bankaların çalışma saatleri engeline ve uzayıp giden kuyrukta beklemenin can sıkıcı olmasına çözüm arayan Luther Smijian, 1939 yılında ATM'yi icat etti.
ATM'yi 6 aylığına denemesi için Newyork Citibank’ı ikna etti. İnsanlar ilk kez gördükleri bu makineye rağbet etmediler ve 6 aylık süre sona erdi. Smiijan anılarında insanlara makinenin kullanımını anlatmakla uğraşmak istemediğini yazdı. Bu ilgisiz durum onu hem ticari başarısından mahrum bıraktı hem de ATM'nin icadı ile ilgili şöhreti de kaçırmasına neden oldu. Bu durumu fırsat bilen ve ilk gerçek ATM'nin mucidi olarak tarihe geçen John Shepherd-Barron otomatik çikolata makinelerden yola çıkarak 1967 yılında bir ATM tasarladı ve bankanın genel müdürüne ATM'yi kabul ettirmeyi başardı. Bu cihaz Londra da Barclays Bank tarafından kullanılan ilk elektronik ATM oldu. ATM’den yalnızca para çekilebiliyordu ve banka tarafından verilen özel çeklerle çalışıyordu. Karbon 14 metoduyla çek üzerine basılan kimyasal kodlar makine tarafından tespit ediliyor ve müşteri şifresi ile de eşleştirme sonrası ödeme yapılıyordu.
Teknolojinin ilerlemesiyle, belli bir standarta sahip kara tahtaların yerini, özel kalemlerle çizilebilen, üzerine yazı yazılabilen, bunun yanında çok az veya hiç kalıntı olmadan silinebilen düz plastik yüzeyli beyaz tahtalar aldı. Beyaz tahtalar da yerini, çok fazla süre geçmeden akıllı tahtalara bıraktılar. Akıllı Tahta 1987 yılında David Martin ve Nancy Knowlton tarafından icat edilmiştir.
Daha sonra bu mucitler şirketleşerek, ilk olarak 1991 yılında “Smart Board” markalı interaktif beyaz tahtalarını piyasaya sürmüşlerdir. Bu akıllı tahtalar, dokunmaya karşı duyarlı ve yerel bilgisayar sisteminin kaynaklarından beslenen dijital ve beyaz tahtalardı. Bunun yanı sıra, üzerine yazılan her türlü bilgiyi kaydedip saklama özelliklerine sahiptiler. Aynı zamanda kullanıcıların internetten veya diğer kaynaklardan indirdiği notları kullanabilmesini ve uygulamasını sağlayan interaktif özellikler ile donatılmışlardır. Akıllı Tahtalar, öğrencilerin veya çalışanların katılımını sağlamak ve üretkenliği artırmak için sınıflarda ve iş konferans salonlarında yaygın olarak kullanılmaktadırlar.
İnsan Kaynağını en önemli sermayesi olarak gören Kartega'nın öncelikli hedefi, tüm çalışanlarının güvenini kazanmak ve bir parçası olmaktan mutluluk duyacakları bir kurum olmaktır. Kartega, çalışanlarına kişisel ve mesleki gelişimlerinde fırsat eşitliği sağlayan, iş ve özel yaşam dengesine özen gösteren, çalışan motivasyonuna ve bağlılığına önem veren bir yaklaşımla hareket eder.
Açık iş pozisyonlarımıza değerli başvurularınızı bekliyoruz :)